Bardakçı, dizideki hataları şöyle sıraladı:
“Dizi, Sultan Abdülhamid’in Cuma selâmlığına gidişini gösteren bir sahne ile başlıyor, fonda mehter çalıyor, daha sonra fesli ve üniformalı saray müzisyenleri zurnalarla ve nakkarelerle padişahın huzurunda yine mehter musikisi icra ediyorlardı…
O devirde mehter ne arar? İkinci Mahmud’un 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı kaldırması ile beraber tarihe mâlolan mehter Askerî Müze Müdürü Muhtar Paşa tarafından 1911’de, yani Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden iki sene sonra ihya edilmiş; ilk askerî mehter takımı tâââ 1917’de, Enver Paşa’nın yayınladığı talimatname ile kurulmuştu. Abdülhamid’in iktidar senelerinde mehter değil, sadece saray bandosu vardı ve bu bando alaturka değil, Batı Musikisi eserlerini icra ederdi!
Devlet erkânı, resmî merasimlerde tahtında oturan padişahın önüne tek tek gelir, hükümdarı önce “büyük temennâ” denen şekilde selâmlar, tahtın yanında ayakta duran mabeyincinin tuttuğu saçağı ellerine alıp öper gibi yaptıktan sonra bırakır, yine bir “büyük temennâ” ettikten sonra geri geri gider ve aynı selâmlamayı bir başka devlet adamı yapardı. Tahtın önünde ne öyle Payitaht İstanbul’da olduğu gibi sopaya bağlı bir püskül dururdu, ne de o püskülü şapıııırt diye öpme âdeti vardı!
SARAYDA KÖY SOFRASI
Padişahlar tarih boyunca yemeklerini tek başına yemişler, arada bir-iki istisna olmuş, Sultan Hamid sofraya bazen hanımlarından Müşfika Kadın Efendi ile oturmuştu. Ama bütün hanımların, mahdum beyin, yani bir şehzadenin iştirak ettiği, etrafta cariyelerin koşuşturduğu ve zengin köy sofrasını andıran cümbür cemaat bir kahvaltı, sadece Yıldız’da değil, Osmanlı’nın hiçbir sarayında asla mevcut olmamıştı!
Bir şehzadenin hükümdara “Efendimiz” yahut samimî anlarda “Pederim” diye hitap etmek yerine “Baba, babacığım” diyebilmesi ise ne mümkün?
Ve, telâffuz meselesi…
Sadece iki örnek vereceğim: Osmanlı İmparatorluğu’nun resmî adı “Devlet-i Aliyye”dir ve “Aliyye” kelimesinin başındaki “A”, kısa okunur. Ama “Aliyye”, Payitaht İstanbul’da maaşallah uzatılıp çekiliyor, “Âliyye” oluyor, yani devletin ismi bile yanlış telâffuz ediliyor! “Abdülkadir”in ortasındaki “a”nın uzun okunması gerektiği halde kısaltılıp azınlık şivesi gibi bozuk telâffuzu da işin cabası…
Senaryodaki bazı aşırılıklara, meselâ sakinliği, temkini ve protokole riayeti ile bilenen Sultan Abdülhamid’in İngiliz elçisinin suratına şrrrrak diye bir tokat aşkettiği sahneye ise, temas etmek istemiyorum. Zira şimdilerde yeni bir iftihar vesilesi edindik, bir dizide İsrail’e karşı operasyon mu yapıyoruz, o operasyonun sadece ekranda olduğunu gözardı edip sanki Kudüs’ü tekrar fethetmiş gibi övünme krizlerine giriyoruz ya… Payitaht İstanbul’da da öyle oldu ve hayalî bir tokatla İngiliz’e karşı asırlık hıncımızı çıkartıverdik!
Bunca masrafa girilip bu kadar danışmandan istifade edilerek çekilen bir dizi için sadece birkaçını yazdığım bu hatalar bile çok fazladır!”